Girift Bölge, SİTE YAZARLARININ DENEMELERİ

Düşük Yatağı (Bölüm 1 ve 2)

UZUN GECE

Kendimi buluverdiğim sokak boştu. Gerçekten her yerin bu kadar boş olması normal miydi? Belki de ben sadece görmem gerekeni görüyordum. Yürümeye başladım. Yürüdükçe sokak daha da karanlığa gömülüyordu. Ama hayır, bunun ilerleyen vakitle bir ilgisi yoktu. Bu karanlığın başka bir şey ile ilgisi vardı. Kötü ve hayırsız bir şey vardı bu karanlıkta.

Bir şeyler geleceğini biliyordum. Bunu hissetmeye başlamıştım. Adımlarım çekingen, duruşum temkinliydi. Ve sonunda o sesi işittim. Acı çeken her canlıdan yükselen tüyler ürpertici çığlıktı kulağıma dolan ses.

Durdum. Artık içgüdülerim ya da üst akıl daha deneyimliydi. Gitmem gereken yeri biliyordum. Arkama döndüm ve koşmaya başladım. Daracık sokakların arasında koşarken acı dolu çığlık daha da şiddetleniyordu.

Nihayetinde olmam gereken yerdeydim. Yüzü karanlık bir adamdı gördüğüm ilk şey. Ellerinin arasında tuttuğu sarı tüylü kediydi çığlıklar atan. Karanlıkla bir olmuş kara adam benim olduğum yere uğursuz bir bakış atınca “şerefsiz herif!” diye tükürdüm yüzüne. Hiçbir şey olmadı. Adam işine geri döndü. Akan kanlar korkunçtu.

“DUR!” diye bağırdım. Yanlarına gidip olağanca gücümle adamı itmeye çalıştım ama aramızdaki o incecik zar gibi perde buna engel oldu. Tek bir şey vardı. Yerde acı içinde kasılan kedinin bakışları bendeydi.

Hissettiğim öfke öyle şiddetliydi ki etrafımda bir sis oluştu sanki. Öfke ve nefret ile harmanlanmış bu sis dumanı benden ayrılıp karşımdaki apartmanın pencerelerinden içeriye süzüldü yavaşça. Bir an sonra o pencere açıldı. Kara adamın yaptığı işi gören bir kadın çığlığı basınca aynı anda birkaç pencerenin daha ışığı yandı. Kara adam yakalandığını anlamıştı. Koşar adımlarla sokaktan uzaklaşırken kedinin etrafına doluşan kalabalıktan yükselen feryatlar aynıydı.

“Pis caniler!”

“Ne istediniz şuncacık candan?”

“Bunlarda Allah korkusu kalmamış.”

“Bunun inançla ne ilgisi var efendim her işe de ilahınızı karıştırmayın.”

“Gecenin bir vakti kim yardım edecek şimdi bu cana?”

Bu noktada kimseden ses çıkmadı. Kedi ise olduğu yerde kıvranıyordu. Belli ki ölümü bekliyordu. Bu insanların ona yardım etmek için fazlaca tembel, rahatlarına düşkün olduklarını benden iyi biliyor gibiydi. Kalabalığın arasından yaklaşıp kedinin yanına çöktüm. Elimi uzatıp ona dokunduğumda kedi benim dokunuşumu fark etti. Göğsü hırlıyordu. Güzel sarı tüylerini okşarken kalabalık hala daha bunu yapanı kınarken kimse kediyi kurtarmak için herhangi bir girişimde bulunmuyordu. Sonunda sarı kedinin bakışları donuklaşıp, ruhu sadece onu yaratanın bildiği bir mekâna doğru gittiğinde insanlar türlü çeşit ahlar, vahlar arasında kediyi oracıkta bırakıp evlerine geri döndüler. Ne de olsa sabah belediyenin çöp kamyoneti gelir alırdı bu canı. Herkes tekrardan kendi küçük krallıklarına dönerken ben kaldırımın kenarına oturup dizlerimi kendime çektim ve kediye baktım.

“Bir kedi öldü” diye fısıldadım. “Kimse anlamadı ama bu gece burada bir cinayet işlendi.”

Ağlayabilseydim yapardım. Ama içimi çekmekle yetinebiliyordum sadece. Neden? Neden buradaydım ben? Neden?

“Sana zavallı demeyeceğim.”

Kedinin cansız bedeni ruhunu kaybetmiş her varlık gibi donuklaşmış ve garip bir şekilde ağırlaşmıştı.

“Sana öldü kurtuldu şu zalim insanoğlundan da demeyeceğim.”

Karanlık sokakta bir rüzgâr başlamıştı şimdi. Biliyordum beni almaya gelmişti bu rüzgâr. Beni bir yerlere sürükleyecekti yine. Kaldırabilir miydim bir cinayeti daha? Bu kadar karanlık fazla değil miydi?

“sana tek bir şey söyleyeceğim.” Şimdi ayağa kalkıp benim için gelen rüzgâra kendimi teslim etmeye hazırlanıyorken bakışlarım kedideydi. “Herkesin hakkını alacağı o adalet divanı mutlaka kurulacak. Bekle, ben de bekleyenlerdenim.”

Ilık rüzgâr beni sarmalarken gözlerimi kapadım. Tekrar açtığımda gecenin bittiğini ve güneşin doğduğunu görünce derin bir oh çektim. Kimsenin görmediği ancak herkesten çok şey gören biri olarak gece oldukça zor geçmişti. Bunu biliyordum ama ne olduğunu hatırlayamıyordum.

“Unutuyorum,” dedim. Ellerimle başımı tutup “neyi hatırlıyorum ki geceyi hatırlayayım” diye söylendim.

Karşımda son derece lüks olduğu anlaşılan bir kafe vardı. Giriş kapısı beyaz boyalı çiçek işli çift kanatlı demir bir kapıydı. Üst kısmı kubbe biçimli camdı. Oraya girmem gerektiğini biliyordum. Durmadan ilerledim. Yanımdan geçip giden insanlar bana değmiyordu. Beni görmüyorlardı. Hala daha bir umut bazılarına el sallayıp “hey!” diye sesleniyordum. Ama olmayacağını biliyordum.

 Ben görünmez bir izleyiciydim. Daha da fenası izlediklerimi ve şahit olduklarımı unutacak kadar da nankördüm. Kafeden içeri girip baktığımda tam olarak nereye oturacağımı biliyordum. Bir çift vardı karşılıklı oturan. Hallerinden gergin oldukları belliydi. Yanlarına gittim benim için olduğunu tahmin ettiğim boş sandalyeye oturdum. Elbette beni görmediler. İlgisiz bir tavırla onları izlemeye başladım. Yaşadığım hayatla ilgili bir gerçek de şuydu ki gündüzleri pek sıkıcı geceleri ise oldukça korkutucuydu.

“Ne demek istiyorsun?” diye sordu kız. Anlaşılan konuşmanın en hararetlendiği ana yetişmiştim. Görünmez duyulmaz ve hissedilmez ben hemen iki kişilik masalarının boş kalan üçüncü sandalyesine oturdum ve bacak bacak üstüne atıp çenemi avuç içime yaslamış bir şekilde tenis maçı izler gibi onları izlemeye başladım.

“Demek istediğim sana karşı dürüst olacağıma söz vermiştim.”

“Evet” dedi kız. Kötü bir şeylerin geldiğini anlamıştı. “Bu bizim birbirimize verdiğimiz bir sözdü.”

Başımı hafifçe sallayıp adama baktım. Karşı taraftan gelecek olan itiraf ne ile ilgiliydi acaba. Adam oturduğu yerde kıpırdanıp boğazını temizledi. Ben de içindeki buzlar hayli serinletici gözüken limonataya bakmaktaydım. Tadının nasıl olduğunu hatırlıyordum.

“Ben seni aldattım” dedi adam birden bire. Hayretle açılan gözlerim limonatadan domatese dönmüş adamın yüzüne çevrildi.

“Hadi canım,” dedim şok içinde. “Gül gibi kız” elimle kızı gösterdim. Tabi ki beni görmediler. “Sana neyi yetmedi?”

“N-ne” diye kekeledi kız inanamayarak.

“Sen dur bir hele” kıza bakmadan adama dönüp tükürdüm. Hiçbir etkisi olmadı. “İşte siz busunuz. Yetmiyor değil mi? Bir kadın size yetmiyor. Pis ahlaksız!”

“Bir hata yaptım çok pişmanım.”

“Klişe inanma,” dedim hemen.

“Kimle?” diye sordu kız. “beni kimle aldattın?”

“Yapma Eda” dedi adam gözlerini kaçırarak.

“Eda bu adam seni tanıdığın biriyle aldatmış kız!” dedim oturduğum yere iyice yerleşerek. Aldırmaz ve umursamaz halim, görünmez olmaya git gide alışmaya başlamamla ilgili olmalıydı.

“Kim dedim Hakan! Beni kimle aldattın?” son düzlükte Eda’nın sesi iyice yükseldiğinden dolayı bizim masaya bakışlar atılıp fısıldaşmalar başlamıştı. Keyifle gülümseyip bize bakanlara el salladım. İşaret parmağımla ikisini gösterip “Hakan fena batırdı bence” diye bağırdım. Yine kimse duymadı.

“Lütfen sakin ol” diye uyardı Hakan Eda’yı. Gözlerimi kısıp “çakal,” dedim. “Kızı bilerek kalabalığa getirdin. Rezillik çıkartmasın diye.”

“Bana cevap ver!”

“S-Selin” gözlerini kaçırıyordu. Eda ise donup kalmıştı. Masanın üzerinden eğilip kızın yüzüne yaklaşabildiğim kadar yaklaştım. “Selin kim?”

“Selin?” dedi kız. Gözleri beni aşıp direk adama odaklanmıştı. Sanki ben orada yoktum. Ha evet, ben orada yoktum gerçekten de.

“Selin kim?” diye sordum yine.

“Çok üzgünüm. İkimiz de öyle.”

“Yapma be oğlum,” dedim kendimi sandalyeye geri atıp “bari Selin’le kendine bizlik ekleme”

“Siz! Üzgünsünüz” dedi Eda delilikle dolu bir kahkaha atarak.

“Lütfen beni anla Eda. Sen yoktun. Çok yalnız hissediyordum. Selin hep yanımdaydı. Bir anda oldu her şey-“

“Tabi tabi,” dedim masal dinleyen çocuklar gibiydim. “Hep öyle olur zaten” şalımın tek ucuyla oynamaya devam ederken zavallı Eda gözyaşlarını siliyordu.

“Selin benim kardeşimdi.”

“Öz mü?” diye sordum Eda’ya. Beni görmüyordu.

“Beni affet” diye yalvardı Hakan. “Sensiz yapamam.”

“Ay ama yapmışsın cicim.” diye eklenti oldum yine. “Selin falan idare etmişsin yani.”

“Düğünümüze bir ay kala bana hayatımın şokunu yaşattın. Teşekkür ederim.”

“Ay hem de bir ay mı kalmıştı?” dedim samimi bir üzüntüyle

Eda parmağındaki kafam kadar yüzüğü çıkarmaya yeltenirken Hakan elinden tutup onu engelledi. “Yapma ne olursun. Bir hataydı diyorum. Ben seni seviyorum.”

“Kalk git,” dedim heyecanla. “Sakın inanma”

Eda ise benim dediğimin aksine oturduğu yere iyice yerleşip ellerini göğsünde birleştirdi. Yüzündeki ifadeyi tanıyordum. Eda şimdi dürüst davranacaktı. Ve dürüstlük hiçbir yalanın yakamayacağı kadar can yakardı.

“Ne var biliyor musun Hakan? Beni aldattığın için gerçekten çok teşekkür ederim.”

Hakan kızın yüzündeki ifadeden bir şeyler çıkarmaya çalışırken tebessüme benzeyen bir titreyişle “n-ne demek şimdi bu?” diye sordu.

“Tüm hayatım boyunca ailemin bana biçtiği değere göre yaşadım” dedi Eda. “Balede ve kemanda başarılı çocuk, lisede okul birincisi, üniversitede onların seçtiği bölüm, mezun olunca onların benim için ayarladıkları iş, onların uygun gördükleri arkadaş çevrem ve sonunda evleneceğim adam bile- yani sen- onların bana layık gördükleri kişi oldu.”

“Bu kötü bir şey mi?”

“Evet!” dedi Eda haykırırcasına. Hayatıyla ilgili büyük bir aydınlanma yaşıyordu besbelli. “çok- çok kötü bir şey, ben kim olduğumu bile bilmiyorum Hakan. Ben sadece ideal bir evladım o kadar. Benim sınırım da haddim de hududum da bu kadar. Ve ben artık bu hayatı yaşamaktan çok sıkıldım.”

“Eda-“ diye söze başladı Hakan ancak kız elini kaldırıp onu susturdu. “düğüne bir ay kala bana bunu yapacak cesareti verdiğin için sana ömrüm boyunca minnettar kalacağım.”

“Sana olan sevgimden şüpheye düştüğün için böyle konuşuyorsun.” dedi Hakan son bir umut. Bense gözlerimi devirip ona bakmakla yetindim.

“Sen beni sevmiyorsun Hakan. Sen hayalindeki o mükemmel yaşamı seviyorsun. Bense o yaşamın içinde; ne bileyim bir abajurdan farksız değilim senin için.”

“Hayır-“

“Lafımı kesme artık.” dedi Eda sertçe. Kahkaha atıp “yürü be güzellik,” dedim eğlenerek.

“Ben de seni sevmiyorum.”

Hakan yerinde kıpırdanırken Eda yüzüğü çıkarıp masanın üzerine koydu. “ve kendimi daha fazla bu sevgisizliğe mahkûm etmeyeceğim. Bunu yapmayacağım.”

“yapma lütfen-“

Eda masadan sırtı dimdik kalkarken Hakan perişan haldeydi. Eda’nın peşinden gitmeyecektim. Biliyordum ki o yolunu bulmuştu. Onun hikâyesi yeni başlıyordu. Hakan ise yüzüğü alıp ceketinin cebine koydu. Merakla onu süzerken birden aklıma bir şey geldi. Bir görüntü. Mor çiçeklerin tüm yeşilliği kapladığı bir tepede korkudan titreyen biri vardı. Görüntü geldiği gibi giderken ben de artık kafede değildim. Kendimi kalabalık ve gürültülü bir caddenin ortasında buluvermiştim. Korna sesi duyunca refleks olarak dönüp baktım. Bana doğru hızla gelen sarı taksi tam dibimde acı bir fren sesi ile dururken bir-iki metre önümde ellerinde poşetler olan bir kadın koşarak taksinin önünden kaçıyordu. Kafamı sallayıp kendime gelmeye çalıştım. Yol kenarına geçip bir süre durdum. Çok kalabalıktı. Her zaman bu kadar kalabalık mıydı dünya? Yoksa ben azı çok görmeye mi başlamıştım? Yürümeye devam ettim. Deniz kenarı bir yerdeydim. Martıların sesi, balık kokusuna karışmıştı. Ulu kubbeleri olan camilerin minareleri yükseliyordu dört bir yandan.

“Neredeyim?” dedim kendi kendime. Alt geçitten geçerken birden karşıma biri fırladı. Bir meczuptu bu adam. Ellerini açıp karşımda anlamsız hareketler yapmaya başlayınca “beni gö-görüyor musun?” diye sordum çekinerek. O ise beni duysa da duymazlıktan geldi. Ya da kimsenin duymadığı onlarca ses duymaya öylesine alışmıştı ki umursamadı bile.

“Deliye demiş ki gönlü güzel; yağmur yağar ıslanmazsın, senin efsunlu olduğunu anlamasınlar, gel hadi şu damın altına, seni yağmurdan kaçıyor zannetsinler.”

Söylediği şeye güldüm. Gönlü güzeller neredeydi kim bilir? Yoluma devam ettim. Alt geçitten çıktığımda şok içinde etrafıma bakakaldım. Yine gece olmuştu. Ne ara gece olmuştu? O uğursuz ürperti kapladı yine tüm bedenimi. Karşımda koca bir cami vardı. Ezanlar karşılıklı minarelerden yükselmeye başladığında vaktin yatsı olduğunu anladım. Durdum ve dinledim. Acaba namaz kılmam gerekiyor muydu? Başımı iki yana sallayıp camiye girdim.

Gördüklerim karşısında korkuyla olduğum yere çöktüm. Boğazımdan yükselen inilti öyle kötüydü ki kendi sesimden de korktum.

“Allah’ım,” dedim. “görünmez olanı görmeye başlamışım. Kaldıracak yürek de nasip et.” Öyle şiddetle titriyordum ki tek bir kimsenin bana dönüp bakmamasına şaşıyordum. İnsanların yüzlerinde gördüğüm şey asli suretleriydi. Ne yapmalıydım? Gönlü güzeller neredeydi?

Namaz başladığında birden zihnimin içine dolan fısıltılar beni takatsiz bıraktı.

“Borcun son ödemesi yarın, adama ne bahane uydurmalı bu sefer”

“Bizim kızın altınları bozdurması iyi olmadı. Şimdi neye güvenip kocasına karşı çıkacak.”

“Eve gidince yarım kalan işleri halletmek gerek. Gerçi elimi sürmeyeceğime ant içmiştim ya!”

“Kızın niyeti niyet değil. Bir daha beni çağırırsa ne yaparım. Gidesim var. Nefsime uyasım var.”

O sırada namazı kıldıran hoca ile beraber cemaat secdeye gitti. Hiçbir şekilde durmayan ve asla vazgeçmeyen o yıldırıcı ve bezdirici ses herkese günahkâr ve affedilemez olduğunu fısıldıyordu.

“Allah’ım namaz kılarken düşündüğüm şeye bak! Benden adam olmaz”

“Ulan gitti bütün namazım. Gerçi faiz bulaşmayan yer mi kaldı ki ben korunayım.”

“Zina sayılmaz benim yaptığım. Niyetim temizdi benim.”

“Ben kesin cehennemliğim. Benim burada ne işim var?”

“Yok! Affedilmez bir iş yaptım. Nasıl gelirim huzura bir daha?”

Ellerimle kulaklarımı kapatıp sesleri durdurmaya çalıştım. Güçlükle ayağa kalkıp “diliyle değil gönlüyle bir Fatiha okuyan yok mu şu koca cemaatte?” diye sordum. Kalbim sancıyordu işte.

Gözlerimi kapattım. Gitmek istiyordum. Etrafım dönüyordu. Cemaat selam verirken ben çoktan başka mekâna ve zamana gitmiştim. Yine gün doğmuştu. Derin bir nefes alıp rahatladım. Bir evin içindeydim.

Etrafıma bakındım. Bir genç odasıydı. Yatakta yatan genç delikanlı henüz on altı, on yedi yaşlarında olmalıydı. Telefona bakıyordu. Gözlerinde parlak ve aç bir ifade vardı. Durup onu izlemem gerektiğinin farkındaydım. Böylece yere oturup bağdaş kurdum ve beklemeye başladım. Vakit geçiyordu. Benim için değil ama onun için geçiyordu. Genç delikanlı ise telefona bakmaktan bir an geri durmuyordu. Sonunda telefonun pili bittiğinde yine yatağından kalkmadan onu şarja takıp bu kez komodinin üstünde duran dizüstünü alıp oyun oynamaya başladı. Oynadığı oyun bir savaş oyunuydu. Tamamen içindeki öfke ve karanlığı beslemeye yönelik bu oyun şiddet kadar cinsel unsurları da barındırıyordu. Kendisinden değil oyundaki karakterinden zevk alan bu gencecik zihin, oyun oynarken var olduğunu hissediyordu.

Onu izlemek çok rahatsız ediciydi. Gözlerinin akı kızarmış, benzi solmuş, saçları cansız ve yağlanmıştı. Bu yataktan kaç vakittir çıkmıyordu bu çocuk?

“hadi bitir artık şu oyunu,” dedim sonunda. “Gerçekliğe dön.”

O ise öfkeyle bir küfür basıp “ben oyuna geç girmedim!” diye bağırdı. “Yeni gelen kostümü denediniz mi?”

Taktığı kocaman kulaklıktan gelen sesler de ona benziyordu. Aynı doyumsuzluk ve aynı mutsuzluğa mahkûm olmuşlardı.

Odanın kapısı açılıp içeri annesi girdi. Elinde bir tepsi vardı. Yarım ekmek sandviç ve kola getirmişti. Genç delikanlı annesine bir bakış atıp eliyle boş komodini gösterip “şuraya bırak” dedi sadece.

Annesi de itaatkâr bir tavırla tepsiyi bırakıp “oğlum şu yataktan ne zaman çıkacaksın?” diye sordu. Genç delikanlı bir anlığına mikrofonu kapatıp “anne sana kaç defa mikrofon açıkken tepemde söylenme dedim ya” diye çıkıştı. “beni diğerlerine rezil ediyorsun. Canlı oyun bu anne, herkes seni duyuyor.”

“Tamam, bir şey demedim ne istiyorsan onu yap” diyen annesi hışımla odadan çıkıp kapıyı kapattı. Bu kısacık konuşma o kadar çok şey anlatıyordu ki daha fazla yerimde duramayıp ayağa kalktım. Odayı incelemeye başladığımda bir çocuğun ve bir ergenin isteyip isteyebileceği her şeyin fazlasıyla mevcut olduğunu gördüm.

Son model bir telefon, pahalı kulaklıklar, iki ayrı dizüstü bilgisayar. Biri oyun için olsa gerekti. Pahalı genç odası mobilyaları, bir kenara fırlatılmış dokunmatik ekran kol saatleri, tavana tutturulmuş bir kum torbası, türlü çeşit ayakkabı, oldukça pahalı kıyafetler ve geri kalan her şeye baktığımda bu çocuğa şimdiye kadar hiçbir zaman ‘hayır’ denmediğini anlamıştım.

Ne istese elde etmişti bu çocuk. Annesi ve babası onu pamuktan bir dünyada yetiştirmişti. Yokluk nedir bilmiyordu. Yüzüne karşı hayır desen muhtemelen anlamını bilmediği için boş boş sana bakardı.

Dış dünyayı haddinden fazla küçümsüyor, herkesi kendi anne babası gibi zannediyordu. O bir soylu geri kalan herkes köleydi onun için. Kendi dünyası en güzeli en önemlisiydi. Dışarıda yaşanan herhangi bir zorluk onu ilgilendirmezdi. Hatta ne kuraklık, ne salgın hastalık ne de susuzluk onu hiç mi hiç ilgilendirmezdi. Ne de olsa onun evi onun odası vardı. Ve bunlar var olmaya devam ettiği müddetçe geri kalan hiçbir şey onu ilgilendirmezdi.

“Yazık,” dedim kendi kendime. Başka kim duyuyordu ki beni! “anne babası tarafından içi boş kabuklara döndürülen bu evlatlara ancak acıyorum.”

Vakit ilerlemeye devam etti. Bir müddet sonra içeri yine hizmetçi pardon annesi girdi. Boş tepsiyi alıp oğluna endişeli bir bakış atıp dışarı çıktı. Bense bu odanın içine hapsolmuştum. Sıkıntı tüm bedenimi sarmıştı. Sonunda dayanamayıp “hadi kalk!” diye bağırdım. “Allah aşkına genceciksin kalk bir şey yap!”

Ama tabi ki beni duymadı. Saç baş yolmak ister gibi ellerimi sıkıp yumruk yaptım. Yine sinirlenmiştim. Odanın içine karanlık çökmeye başlarken içime yine aynı tanıdık ama neden olduğunu hatırlayamadığın ürperti çökmüştü. Gece olmuştu.

Odanın içindeki eylemsizlikten kurtulduğuma sevinsem de kendimi yine kapkaranlık bir sokakta buluvermiştim. Ne yapacaktım? Niye çok korkuyordum?

Bir de neden bu kadar sıkılmıştım. Hatırlamıyordum. Bildiğim ve tek hatırladığım şey devam etmem gerektiğiydi. Ben de ıssız ve karanlık sokaklarda yürümeye devam ettim. Bir köşede ateş yakmış evsizleri gördüm. Burada kalmalıydım. Yanlarına yaklaştım. Ateşin kokusunu alabiliyordum. Ya da hatırlıyordum. Ama nereden?

“Bu ne soğuk be!” dedi en genç olanı. Üzerinde yırtık bir palto ve yün bir şapka vardı. “Sanırsın buz dağındayız.”

“bizim gibilere her yer soğuk gelir” bunu söyleyenin gözlerinin altında öyle büyük bir karaltı vardı ki onun bir madde bağımlısı olduğu belliydi.

“Tabi ya! Ana kucağı görmemişiz, hangi ateş ısıtsın bizi.”

Bu cümle yüreğime öyle dokunmuştu ki elim istemsizce havaya kalktı ve bunu söyleyen adamın koluna dokunup “kimsesizlik zordur,” diye fısıldadım. Beni hissetmedi bile. Yine de bunu yapmak zorundaymışım gibi hissetmiştim.

Ateşin etrafında toplanmış grubun çevresinde yavaş yavaş dolanıp hepsinin yüzüne tek tek baktım. Kimisinin hayatı sokaklardı, kimisi daha sonradan dâhil olmuştu bu yaşama. Tek tek hepsinde aynı acı ifade vardı. Dışlanmış ve ezilmiş olmanın acısı. Kimse tarafından kabullenilmemişlerdi. Sokakta onları görünce yol değiştiren insanlardan, onlara yukarıdan bakan insanlardan, acıyarak, tiksinerek bakan insanlardan yorulmuşlardı. En kötüsü de onlar yoktu aslında. Ortadan kaybolsalar kimse fark etmezdi onları.

“Ne kadar aldın sen bugün?” diye sordu yaşlıca bir kadın.

“Elli ateşledi beybaba” dedi gençten biri. Sakalları yeni çıkmaya başlamıştı. Nerede yatıp kalkıyordu bu insanlar, ne yiyorlardı, tuvalet – banyo ihtiyaçlarını nereden karşılıyorlardı, havalar biraz daha bozunca ne yapacaklardı?

“Yarısını ver bana” dedi kadın. Genç olan başını salladı. “harcadım gitti”

“Tüh Allah seni-“

“Kızma analık. Aç karnımızı doyurduk.”

Neden böyle olurdu ki? Niye birileri lüks içinde yaşarken birileri açlık ve sefalet çekerdi. Neden birileri nankörken birileri düşkündü. Bir insanı başını sokacak bir çatıdan, karnını doyuracak bir aştan, geçimini temin edecek bir rızık kapısından mahrum bırakan şey neydi?

Kendisi mi? Yoksa hayat mı? Yoksa içine doğduğu şartlar mı baştan kaybetmiş olduğuna inandırırdı bir insanı… Mücadele etmeye değer ne vardı hayatlarında bu insanların? O zaman neden hâlâ daha buradalardı? Niye hâlâ daha devam etmeye, hayata kenarından köşesinden tutunmaya çalışıyorlardı?

Çünkü hayat güzeldi. Yaşamak, nefes alıp vermeye devam etmek güzeldi. Bir kıymeti olmalıydı her bir hayatın? Her bir insanın biri için bir kıymeti olmalıydı!

Hepsine tek tek bakarken gözüme çok uzaktan bir ışık takıldı. Merakla ışığın olduğu yere dönüp baktım. Mesafe epeyce uzaktı ama ışığı ta buradan gözlerimi almıştı.

“Bu ne ki?” diye sordum kendi kendime. Yüzüme bir tebessüm ilişti. Işığın doğduğu yere gitmeliydim. Ama çok uzaktı. Oraya gitmek istedim. Oraya gitmek şu çıktığım gizemli ve yorucu yolculuğa kısa bir mola vermek demekti. Bunu biliyordum. Bir şekilde hissediyordum.

 Gözlerimi kapattım ve işte oradaydım. Çoktan karanlığa karışmış bir köyün; iki katlı, bahçesi türlü çeşit nebatla dolup taşan bir evindeydim. Ben alt kattaydım. Işığın merkezi yukarıdan geliyordu. Birden yalnız olmadığımı fark ettim. Tam olarak net göremesem de ışığı merak edip gelen tek kişi ben değildim. Başkaları da vardı. Onlar farklı mahlûklardı. Beni görseler de ilgilenmediler. Onlar sadece dinlemeye gelmişlerdi. Nurları göz kamaştırıcıydı.

Yine titremeye başlamıştım. Merdivenlerden yukarı çıkıp kapısı aralık odaya girdim. Yaşlıca bir teyzeydi gördüğüm ışığın sebebi. Gözleri yaşlar içinde okuyordu.

“Gönülden okuyor” diye fısıldadım. Öyle okuyordu ki onu dinlemeye gelmişlerdi. Öyle okuyordu ki ışığı ta uzaklardan gözüküyordu. Acaba dinleyicilerinin farkında olsaydı korkar mıydı? Kimler kimler ta nerelerden gelmişti.

Dizlerimin üstüne çöküp bir süre onu dinledim. Bu dünyada her şeyden vardı. İyisi de vardı kötüsü de!

Peki ben? Ben ne oluyordum? Bana ne olmuştu? Bir gezgin miydim ben? Neden kimse beni görmüyordu? Neden hiçbir şey hatırlamıyordum? Yoksa hatırlıyor muydum?

Bunları düşünürken yaşlı teyze okumayı bitirmişti. Bir müddet penceresinden gökyüzüne bakıp derin derin düşünmeye devam etti. Hesabı, günahlarını, mahşer meydanının zorluğunu düşünüyordu. Yaşı ilerlemiş belki de şu dünyada geçirdiği son günleriydi artık. Nasıl olacaktı? Kitabı okunduğunda yüzüne kara mı düşecekti yoksa ak mı?

Onunla birlikte ben de düşünüyordum. Benim halim neydi? Bitecekti biliyordum. Ama korkuyordum. Gönlümde ki inanca tutunup gözlerimi kapattım. Tekrar açtığımda mor çuha çiçekleriyle kaplı bir tepede oturmaya devam ederken buldum kendimi. Güneş alabildiğine göz kamaştırıyordu. Çok güzel bir yerdeydim. Burasını hatırlar gibi olmuştum. Ayağa kalkıp tepeden aşağı doğru yürümeye başladım. Gitmem gereken yeri artık hissedebiliyordum. Nitekim tepeyi indiğimde uzun başaklarla kaplı bir tarlanın hemen içinde birinin kıpırdandığını gördüm. Tarlanın içine girip hareket eden şeyin yanına gittiğimde küçük bir çocuğun konuşmalarını işittim.

“Sen çok kötü bir kadınsın.” dedi çocuk. Birini taklit ettiği çok belliydi. “Senin cezalandırılman gerekir.”

Temkinli adımlarla çocuğun yüzüne doğru döndüğümde ellerinin arasında sarı bir civciv tuttuğunu gördüm. Civciv kıpırdanıp kurtulmaya çalıştıkça çocuk elleriyle onu daha çok sıkıyordu.

Bir anda bu çocuğun kim olduğunu hatırlamıştım. “Sen Kozheyci’nin oğlusun,” dedim dehşet içinde. Daha önce de bu çocuğun gözleri içimi titretmişti.

“Seni kötü kadın” diye devam etti çocuk. “Evlatların da kocan da umurunda değil senin. Gözün hep dışarıda”

Babasını taklit ediyordu bu çocuk. Büyüdüğü evin ruhu neyse onu yansıtıyordu. Yutkunup “yapma,” dedim. “sen baban değilsin.”

Ama çok geçti. Küçük çocuk büyük bir nefretle civcivin kafasını koparttı. Yaptığı işin heyecanı içinde göğsü hızla inip kalkarken az önce büyüleyici bir şey keşfetmiş olmanın hayretini yaşıyordu. Ondan güçsüz olanlara karşı kurabileceği hâkimiyet, küçücük zihninin tek düşüncesiydi artık. Ellerinin arasındaki cansız bedene bakarken gözleri parlıyordu. Yutkunup eğildim. Bir katil yetişiyordu.

“Korkunç bir şey yaptın” diye fısıldadım kulağına. O anda ürperdi. Ellerinin arasından yere düşen civcive baktı. “Çok kötü bir şey bu,” diye devam ettim. O ise titremeye başlayan vücudunu kontrol etmek istercesine kan içindeki ellerini kollarına sürtüp “kimse bilmeyecek” dedi. “Kimse görmedi ki!”

“Sen gördün. Sen biliyorsun.”

“ Ama ben yaptım,” dedi gururla

“Çok çirkin bir iş”

“Kötü kadınları cezalandırmak gerek.”

Bu cümlesinden sonra bir an göz göze geldik ve ben yerimden fırlar gibi oldum. Artık başka bir yerdeydim. Tekrar karanlıktı. Bu kez unutmamıştım. Kozheyci’nin oğlu aklımdaydı.

Karanlık ve karlı bir yerdi geldiğim yer. Soğuktu. Öyle olmalıydı. Ben hissetmiyordum. Kurt ulumalarını duydum. Ormandan geliyordu. Dolunay tam tepede öyle parlak ve büyüktü ki hayranlık uyandırıyordu.

“Gel çabuk gel” diyen birinin sesini duyunca dönüp baktım. Ormandan üç kişi çıkıyordu. Üstleri çamur içindeydi. Bir tanesi elini uzatıp diğerine yardım etti. Hep birlikte yola çıkmayı başardıklarında onları gören biri var mı diye etrafı kolaçan ettiler.

“Amma da dirençli çıktı haspa” dedi bir tanesi. Yüzünde ki ifadede beni tiksindiren bir şey vardı. Diğer ikisi ona hak verircesine mırıldandılar.

Minik gruptaki en tedirgin ve en genç gözüken adam ormana arkalarında bıraktıkları şey ne ise ona bakıp “ne yapacağız şimdi?” diye sordu.

“Şu haline bak lan!” dedi liderleri olan. “Karı gibi titreme karşımda”

Olası bir kavga çıkmasını engellemek için üçüncüleri “hadi gidelim artık,” diye araya girip onları arabaya götürdü. Ben de sessizce izlemeye devam ettim. Yolun karşısına geçip gözden kaybolurlarken ormanın içine girdim. Geldikleri yolu takip ediyordum. Bir ses bana gitmem gereken yeri fısıldayıp duruyordu. Sonunda adımlarım yavaşlayıp durduğunda gördüğüm şey taze kazılmış bir mezardı. İçinde bir kız vardı. Ruhu çıkıp gitmiş ancak yaşadığı dehşet hala daha havada süzülmeye devam ediyordu. Yutkunup üzeri düzlenmiş, dikkat çekmemesi için her türlü tedbirin alındığı mezara ilerledim. Yaklaştıkça kulağıma dolmaya başlayan seslere, görüntüler karışmaya başladı. Bir an sonra, az önce burada yaşanan dehşeti izlemeye başlamıştım. Dizlerimin üzerine çökerken gencecik bir kızın üç canavara karşı nasıl mücadele ettiğini, sonunda nasıl yenildiğini, itaat etmediği için nasıl kör bir öfkenin kurbanı olduğunu, sonunda hiç yontulmamış kaba ve katil eller tarafından nasıl heba edildiğini, kızın tertemiz bedenini kendi kabahatlerini örtmek için nasıl aceleyle ve korkakça ortadan kaldırdıklarını ve sonunda şimdi önünde diz çöktüğüm bu sade mezarın içine koyduklarını izlerken gözümü bir an bile kırpmadım.

Yavaşça ayağa kalkarken içimde kimsenin bu kızcağız için adalet aramayacağını biliyordum. Unutulup gidecekti. Milyonlarca sahipsiz mezardan biri olacaktı. Kimse bilmeyecekti burada birinin katledildiğini. Üzerine basıp gideceklerdi. Belki de biri bu canım ormanı yakmaya karar verecek ve küllerinin üzerine bir beton yığını dökeceklerdi.

Çünkü insanoğlu şu dünyada iki şeye doymazdı. Şehvete ve paraya! Bu kız şehvetin, bu orman ve içindeki cümle canlılar da paranın kurbanı olacaklardı.

Gözlerimi kapayıp kaybolmak istedim. Gidilecek güzel bir yer yok muydu? Sanki bütün geceler tek bir geceydi. Uzun bir gece…

Etrafımda dolanan sisler beni alıp başka bir yere götürürken artık tamamen teslim olmuştum. Ayaklarım sert bir zemine bastığında gözlerimi açtım. Gün daha yeni doğmuştu. Bir apartmanın önündeydim. Eski bir apartmandı. Sarı boyalı demir kapıdan bir adam çıktı bir an sonra. Bu adamı takip etmem gerektiğini biliyordum. Hantal ve kısa boyluydu. Gür bıyıkları karaydı. Saçları kelleşmişti. Elinde büyük bir çanta tutuyordu. Dizleri eskimiş bir pantolon ve ütüsü gitmiş bir gömlek giymişti. Aşınmış merdivenlerden inerken ofluyordu.

“Dizlerim ağrıyor” diye söylendi sokakta bir sağına bir soluna dönerken. Saatine bakıp “yine ortalıkta yok şerefsiz,” dedi. Ancak sinirlenmeye bile hali yoktu sanki.

Demek ki beklediği biri vardı. “kimi bekliyorsun?” diye sordum beni duymayacağını bile bile. Çünkü bu bir alışkanlıktı.

Midesini ovuşturup “dün gece çok kaçırdık tatlıyı,” dedi.

“Hmm” dedim kollarımı kavuşturup omzumu duvara yaslarken “ne tatlısı vardı?”

Adam sessizce geğirip “gastrit anamı ağlattın be!” diye söylendi yine kendi kendine.

“Geçmiş olsun,” dedim. Halimiz komikti. O da ben de kendimiz söylüyor kendimiz çalıyorduk.

Adam cebinden bir mide pastili çıkarıp ağzına atıp çiğnemeye başladı. Bu sırada ikide birde oflayıp beklediği kişiye sayıp sövüyordu.

En sonunda sokağın başından gelen bir araba gözüktü. Adam da “hele şükür” deyince beklediğimiz kişinin o olduğunu anladım. Onunla birlikte hareketlenirken araba da apartmanın önünde durdu.

“Nerede kaldın be birader?” dedi adam arka kapıyı açıp çantayı koyarken ben de çoktan arabaya binmiştim bile. Arabayı kullanan genç delikanlı temiz yüzlü birine benziyordu. Nitekim adam yanındaki koltuğa otururken “trafik be Cengiz abi” diye açıklama yapmaya başlamıştı. “kaza olmuştu.”

“Deme be!” dedi adam emniyet kemerini takarken.

“Ortalık fenaydı. Diğer yoldan gideceğim zaten.”

“Ne kazası ne de trafiği biter bu şehrin,” dedi Cengiz yine oflarken.

Yola çıktığımızda bütün günümü bu adamla geçireceğimi biliyordum. Ancak neden böyle olması gerektiğine dair hiçbir fikrim yoktu. Arkama yaslanıp yolu izlemekten başka seçeneğim de…

BÖLÜM 3 ve 4 İÇİN TIKLAYINIZ


Geri dön

Mesajınız gönderildi

Lütfen yazımıza puan verin

Uyarı

Yorum bırakın