A, alexandre Dumas fils, roman, T, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

Kamelyalı Kadın: Alexandre Dumas (Fils)

“herkesin yaşamının benim yıkılışım üzerinde bir an bile durmadan sürüp gitmesine şaştım”

Güzel günler dilerim Sevgili Meyus Okur

Günümüzde vücut dili okumak olarak adlandırdığımız geliştirilebilir bir yetenek vardır, bilir misiniz? Karşınızdaki insanın bir şeyler saklayıp saklamadığını, yalancı mı yoksa dürüst mü olduğunu anlamanıza yardım eder bu yetenek. İşte henüz bitirdiğim ‘Kamelyalı Kadın’ adlı sözde aşk romanının yegâne şahidi, hikâyenin anlatıcısı Parisli Mösyönün de bir garip yeteneği var ki kadınların yüzüne bakınca bakire olup olmadıklarını çözüyor!

Neyse konumuz bu değil ancak bu ayrıntıyı sizinle paylaşmazsam olmazdı. Oğul (hem de yasadışı, amiyane tabirle adeta bir Jon Snow) Alexandre Dumas’ın 1840’lı yılların Parisi’nde geçen tutkulu bir aşkı anlattığı bu roman; okurken beni pek çok defa sinirlendirmeyi başardı. Hatta bana kalırsa ortada aşk diye bir yoktu.

Paris’in en güzel yosmalarından biri olan Marguerite Gautier ile orta halli düzgün bir adam olan Armand Duval arasında yaşanan bu aşk, başlangıçta bir metres-sahip ilişkisi olsa da Mösyö Armand bu kadını gördüğü ilk andan itibaren delicesine bir tutkuyla sevmiş ve onu yosmalıktan kurtarmak için çok çabalamıştır. Mösyö kıskançtır da! Nam-ı diğer Kamelyalı Kadını diğer sevgililerinden pardon sahiplerinden kıskanır. Beni öpen dudaklar başkasını da öpmesin bana teslim olan bu vücuda başkası asla sahip olmasın diye diye tüm kitap boyunca acı çeker. Üstelik sürekli kaliteli yosma ve kalitesiz yosma arasındaki farklar anlatılır kitapta.

Saf, temiz kızlar değerlidir elbette ancak yosmalar nedir ki! İnanın tüm kitap boyunca kadınları bölüp parçalamadıkları, sınıflandırmadıkları tek bir paragraf dahi yoktu.

Marguerite hem çok güzeldi hem bir yosmaydı, kalbi yoktu mesela, sevmekten pek anlamazdı ancak yine de diğer yosmalara nazaran daha iyiydi. Mesele de bu değil mi Sevgili Okur? Kafayı “ama o diğerlerinden farklı” olgusuna o kadar takmış bir durumdayız ki normal olan artık bize bayağı geliyor.

Elbette hikâyenin anlatıldığı tarihten epey uzaktayız ancak değişmeyen ve bana göre asla değişmeyecek bir zihniyeti sizin de gözlerinizin önüne sermek amacıyla kitapta geçen bir sahneyi anlatmak istiyorum.

Sözde aşığımız Mösyö Armand, az önce birlikte olduğu sevgilisi Marguerite uyurken onu izliyor ve zihninden şöyle bir düşünce geçiyor; “bir daha başkasının olmasın diye onu öldürebilirim bile!” vay be! Ne aşk değil mi? Günümüzde de işlenen kadın cinayetlerinin tamamının tek sebebi de bu değil mi zaten. Benim olmayacaksa kimsenin olmasın! Bu kirli zihniyet asla değişmeyecek.

“ah! Küçük tutkularından biri yaralandı mı erkek ne kadar küçük, ne kadar bayağıdır.”

Kitaba geri dönersek, hakkında söylenecek pek bir şey yok. Sığ ve bayağı bir bakış açısından başka size kazandırdığı bir şey de yok. Aslına bakarsanız bu kitabı hoş vakit geçirmek, zararsız bir aşk macerasının içinde kendimi kaybetmek niyetiyle okumaya başlamıştım ancak aksine beni çok öfkelendirdi. Ne diyebilirim ki? Sevgilerimizin içine ektiğimiz bu zehirli tohumlar değil mi bizi insanlıktan çıkaran…

Bizimle kalın, hoşça kalın…

Yorum bırakın