Eleştiri, Kimdir?/Nedir?, Nedir?

İNSANIN KENDİ KENDİNİ YOK EDİŞİNİN HİKAYESİ: PASKALYA ADASI

Bir organizma düşünün gezegendeki en iyi adaptasyon ve düşünme yetisi iç güdüleriyle pekiştirilmiş, tüm bunlara rağmen kendini yok etmeyi başaran.

Merhabalar sevgili Meyus okuru,

Paskalya Adası, Şili’nin batısındaki Güney Pasifik’te tropik bir adadır. Bu adayı diğer adalardan ayıran şey oranın coğrafi konumu, bitki örtüsü ya da hayvan türü değildir. Ada görünürde önemsiz bir yer olmasına karşın, dünya için acı bir uyarı niteliği taşır.

Adayı ilk ziyaret eden Avrupalı,1722 yılında Hollandalı Amiral Roggeveen‘dir. Roggeveen, adada yetersiz besin sebebiyle yamyamlığa yönelmiş sefil halde bulunan 3000 kadar kişiden oluşan kabile ile karşılaşır.  Ada, 50 yıl sonra ada fiilen İspanyolların sömürgesi olur ancak adada sömürülecek bir şey yoktur. Bu süreçte adanın koşulları daha kötü bir hal aldı. Ada,1877’de ada Peruların kontrolüne geçti, 110 yaşlı ve çocuklar haricinde herkesi köle olarak götürüldü.

Adaya gidenleri en çok şaşırtan sefil haldeki halk değildi. Onlara ait olamayacak görkemde ki kalıntılardı. Boyutları 6 metreyi aşan 600 den fazla taş heykel. Ada karadan epeyce uzakta olduğu için farklı kuramlar geliştirilmeye başlandı. Bu kuramların arasında uzaylılar yaptıdan kayıp bir medeniyete kadar uzanan fikirler bulunmaktaydı.

Gerçekten bu derece gizem dolu bir sır var mıydı?

Mantığımıza oturmuyorsa gerçeği mantığımızın kalıbına sokmaya çalışıyoruz ya da efsaneleştirmeye başlıyoruz. Paskalya adasındaki gerçek karmaşık olgulara veya kayıp medeniyetlere dayanmıyordu.

İnsanın çevresindeki kısıtlı imkanları kullanarak çıkabileceği en üst seviye medeniyet seviyesine çıkıp, sonrasında doğal çevrenin bunu kaldıramayıp çöküşünü, çökerken en üst seviyeye çıkan medeniyeti de yanında götürüşünün sembolüdür, dersem abartmış olmam ne yazık ki.

Adaya ilk yerleşim 5.yy civarında Polinezyalılar tarafından olduğu düşünülüyor. Volkanik ada olan Paskalya adası, hem sıcaklık hem de nem oranı çok fazlaydı. İklimin yarı-tropikal bitkiler için fazla sert olduğunu kısa sürede anladılar.

Sadece sönmüş volkanların içerisinde yer alan göller tek temiz su kaynağı idi. Ada her yer uzak olduğu için az sayıda bitki ve hayvan türü bulunuyordu. Adanın etrafındaki sularda balık bile yaşamıyordu. Bu koşullarda, tatlı patates ve tavukla sınırlı bir beslenme tarzını benimsemek zorunda kaldılar.

Adaya gelen ilk insanlar bu durumu düzeltmek için çaba harcamadılar. Aileler birleşerek soyları ve klanları oluşturdular. Yerleşimler köylü kulübeleri ve ekin tarlalarından oluşan küçük gruplar halinde bütün adaya dağılmıştı.

En önemli anıtları ahu diye adlandırılan; cenaze, atlara tapınma ve eski kabile reisleri anma amaçlı büyük taş platformlardı. Ada’nın en önemli özelliği, tarım etkinliklerinin çok az çaba gerektirmesi nedeniyle, kabile reislerinin törensel etkinliklere bol zaman ayırabilmesiydi. Bunun sonucu olarak sınırlı kaynaklara karşın Polinezya toplumları arasında en gelişmiş ve dünyadaki en karmaşık toplumlardan biri haline gelen bir uygarlık yaratıldı.

Heykeller yalnızca obsidyen taşından yapılma araçlardı. Bu heykeller abartılı bir üslupla yapılmış erkek kafaları ve gövdelerinden oluşuyordu. İşin zor olan kısmı ise her biri yaklaşık 6 metre uzunlukta ve tonlarca ağırlıktaki heykelleri adanın bir ucuna götürmekti.

Yapılan bu heykelleri adanın bir ucundan diğer ucuna götürmek zorundaydılar. Bir binek hayvanları olmadığı için heykelleri taş ocağında adanın diğer tarafına kızaklar aracılığıyla taşımaya başladılar. Farkında olmadan kendilerini yok etmeye bu şekilde başlamış oldular.

Tonlarca ağırlıktaki heykelleri taşımaları bir yana giderek artan nüfusun barınma, savunma, ısınma gibi ihtiyaçlarını da bu ağaçları keserek karşıladılar.

Toplum doruk noktaya ulaştığı sırada uygarlık birdenbire yıkıldı ve geride, Rano Raraku taşocağındaki yarım bırakılmış heykeller kaldı. Bu yıkımın nedeni ve Paskalya Adası’ndaki “gizemi” çözmenin anahtarı, bütün adanın ormansızlaştırılmasının getirdiği çevresel bozulmaydı.

Ağaçların olmaması, toprak erozyonuna ve toprağa gerekli olan temel besinlerin dışarı sızmasına yol açtı. Sonuç olarak da ürün verimi azaldı. Ada da bütün bu sorunlardan etkilenmeyen tek besin kaynağı tavuklar idi. Tavuklar daha önem kazandığı için, hırsızlardan korunmaları gündeme geldi; taştan yapılma tavuk kümesleri bu döneme rastlar.

Ağaçsız dolayısıyla teknesiz kalan Ada halkı, kendi kendilerine yarattıkları bu çevresel yıkımın sonuçlarından kaçamadılar. Gittikçe azalan kaynaklar üzerindeki tartışmalar, sonunda sürekli bir savaş haline geldi. Kölelik arttı ve alınabilecek protein miktarı düştükçe yamyamlık yaygınlaştı. Savaşlar sırasında klanlar rakiplerinin ahu’larını yıkmaya çalıştılar.

Ada halkı büyük zorluklara karşın yüzyıllarca, kendi türündeki bölgeler arasında dünyanın en gelişmiş toplumlarından birini özenle kurmuştu.
Bu uygarlık bir çok açıdan, insan zekasının zaferini ve zorlu çevre koşulları karşısındaki tartışmasız üstünlüğünü gösteriyordu. Ama sonuçta, artan nüfusun ve ada halkının kültürel hırslarının, ellerindeki kaynaklardan çok daha güçlü olduğu anlaşıldı. Bu baskılar nedeniyle çevre bozulunca, toplumda çabucak yıkıldı ve halk barbar bir topluluk haline geldi.

Paskalya adası, benim açımdan insanın kendini nasıl yok ettiğini anlatan mükemmel bir örnektir.  Bir coğrafyacı olarak farklı üniversitelerde farklı hocalardan eğitim aldım. Hocalarımın bize ilk öğrettiği şey doğaya saygı olmuştur. Elbette bize sunduğu kaynakları kullanmalı ve gelişmeliyiz ancak gözümüzü kör eden bir hırsla doğaya üstün gelmeye, onu yenmeye, yok etmeye çalışarak değil. Nasıl işlediğini gözlemleyip bu işleyişe ayak uydurarak yapmalıyız.

*Bu yazı, Clive Ponting’in Dünyanın Yeşil Tarihi Çevre ve Uygarlıkların Çöküşü kitabından esinlenilerek yazılmıştır. Merakınız varsa okumanızı şiddetle tavsiye ederim.

Yazı ile ilgili düşüncelerinizi yorum kısmında bizimle paylaşmayı unutmayın. Kendinize iyi bakın…

XOXO

“İNSANIN KENDİ KENDİNİ YOK EDİŞİNİN HİKAYESİ: PASKALYA ADASI” için bir yorum

Yorum bırakın